1
Paris aşkı tanımlayan yakışıklı bir tanrıdır. Napoleon'un sevgili Josephine'i, o öldükten sonra, "Aşkı sonsuza dek yaşatmak için" sert bir emirle heykelini yaptırmış. İşte kadın kalbi, anlayışı ve aşka olan hırsı demekten kendimi alamıyorum. Paris ve aşk inanışının, Josephine'in de yaşadığı Versailles sarayının da içinde yer aldığı, herkes tarafıondan "Aşk Şehri" olarak tanımlanan başkentin adı olaraak konulması da bir "denk gelme" durumu heralde :)
2
Kadın, aşktan hep korkarmış! Aşk uğruna atan kalbinin kırılmasından yüzyıllar boyu da korkmuş... Eros'un oklarını savurmasından canı yanacağını bildiği için Eros'tan ayrıca korkarmış. Uzak durmasını ister, hatta kaçarmış. 15. Louis, cinsiyetinden ve cinsiyetinin sadizminin yarattığı bilinçaltından aldığı güç ile 19. yy'ın sonuna kadar "Eros'un oklarından korkan kadın" heykelini Versaille sarayının en görünebilen bahçesinde sergilemiş.. Sanat uğruna..
3
Picasso da yoldan çıkmışlardan. Normal bir resim öğrencisiyken, bir anda hayat görüşünü yansıtmış tuvaline.. Amaç, sadece iyi bir ressam olmakken küçüklüğünde, duygu ve dürtülerine engel olamamış, çizgileri ile politika yapabilecek kadar hayat görüşü çimiş... Göründüğü gibi değil, gördüğü gibi...
4
Zamanı gereği tüm kadınlar arp çalarmış. Bu yüzden Jane Austen'i daha çok seviyorum...
5
Çocukken pembe bulutlar çizerdik mavi boya kalmadığı zamanlar. "Pembe bulut olmaaazz" demişti bi arkadaşım.. "Çocukların hayalinde herşey mümkündür" diye bir karşılık almıştı bir büyükten. Peki geçen gün gördüğüm pembe bulutlar bi çocuğun hayalimiydi gerçekten?
6
Kelimelerin boş kağıtlarda saklı olduğuna inandım hep. Kalem darbeleriyle ortaya çıkarlar. Bazen silik, bazen net, bazen de karmakarışık. Bazen bir çizgi, bazen de sadece bir renk. Her boş kağıt farklı bir duyguyu anlatır özünde. Onun varolma nedenidir bu aslında! Gizlendikleri yerden çıkarmak da kelimleri, cesaretin bir eseridir..
Hayatım boyunce tek bir copten adamı bile duzgun çizemedim... Ama hep anlattım... Hep yaşadım... Farkında yada Kayıp... Ama yaşadım... Bikaç yıllık eğlence de diyebiliriz...Cogundan farksız... Cok bilindik belki... ama benim...
28.12.08
27.12.08
Çıplaklığın doğuşu...
Sadece birkaç sene önceydi.. yeni mezun olmuştum üniversiteden. Erkek arkadasımın yanına kacıp onu geri getirmeye ugrasmamla, Londra donusumden hemen sonra.. Bi işte çalışmaya başladım.. Yeni mezunluğun getirdiği büyük enerjiyle çok eğlendiğim, mucizeler yaşansın diye zıpladığım bi zaman dilimi..
Üniformayla çalışırken, saçlarımı iki yandan renkli ponpon tokalarla topladığım, yine çok konuştuğum, sürekli müzik dinliyip, kızlarla dışarı çıktığım.. Ergenliğin artık bittiği ama büyüdüğümü tamamen reddettiğim bir dönem olarak da düşünebiliriz.
Çok yakın bir arkadaşım işe yeni başlamıştı benimle beraber. Yaptığımız iş bi mavi yakalı işiydi. Zincirin en altında yaşanan, eğlenmeye fazlaca vakit ayırabildiğimiz, kendimiz gibi olabilidiğimiz ama yine de çok çalıştığımız.. Çok da bişey yoktu aslında.. melodili bi şekilde telefonu açıp, dünyanın en yardımsever insanı gibi davranıyor, ardından deli gibi gülüyoduk..
İzin günümdü.. ve çalışma sırası ondaydı.
Telefonum çaldı.. "Sana bi paket geldi!" dedi durup dururken.. Sesinde bi saçmalık vardı.. hala tarif edemiyorum. deli gibi gülmeye başladık.. "Uzakta oturuyorum gelemiycem oraya aç n'olur!" dedim. O da çatlıycaktı sanırım ki aynı anda "Açabilir miyim n'oolur!!" diye baarmaya başladı..
Açtı... Kutunun içinden 6 sayfalık el yazısıyla yazılmış bir mektup, yanında da yanmış bir mumu taşıyan eski zamanlara ait olduğu çok belli altın bir şamdan vardı.. İstanbul'a gelirken kendi gerçekliğimle yüzleşmeye hala korktuğum için sanırım getiremediğim, Ankara'daki odamı hala süsleyen bir mektup ve şamdan...
"Oku!" dedim, heyecanla. "Çok uzun, okuyamam." dedi.. Biraz mırıldandı... Aşk, sen, yüz, fark gibi sözcükleri beklenen mucizenin algısıyla seçti, çatladım.. Hemen ertesi gün olsun diye uyudum.. Ofise koştuğumu hatırlıyorum sabah 6da.. 7'de işim başlayacaktı.. Ama resmen uyuyamamıştım.. Bi mucize mi oluyordu acaba?
Hemen üstümü değiştirip, çayımı aldım, ve mektuba doğru koştum. Çalıştığımız yerde televizyonumuzu sakladığımız dolaba koymuştu. Kutuyu elime aldım, yavaşça ama büyük bi heyecanla kutuyu açtım.. Sayfaları sıraya dizip okumaya başladım.
"Çatlaklar iyidir, ışık sızdırırlar.."
Hiç tanımadığım bir yüz ve bir yazı beni anlatıyordu!
Beni yaşadığı ve en huzur bulduğu Cihangir'ine benzetmişti. Oturduğu evin çatısına çıkıp, denize karşı gün doğumunu izlediği... hayaller kurduğu... aşklarını içinde yaşadığı... özlediği... kavuşmak istediği... sarıldığı... düşündüğü... konuştuğu... gördüğü... dokunabildiği...
Yazları doğup büyüdüğü kasabaya gidermiş. En sevdiği an, Günebakan tarlalarında gezerken, onların yüzlerini güneşe döndükleri ana hissettiği sıcaklıkmış.. Çünkü gülümserlermiş güneşe, hayata ve dünyaya kahkaha atar, yaşadıkları an için teşekkür ederlermiş.
Satırları soluksuz okuduğumu hatırlıyorum. Büyük bir mucize sıcaklığının yanı sıra da çok üşümeye başlamıştım.. Çünkü biri beni ilk defa soymuştu.. Hiç tanımadığım bu yazı karakteri beni çırılçıplak tüm kaalabalığın ortasında bırakıvermişti. Ne yapacağımı bilmeden dona kalmıştım ve üşüyordum..
Annemle paylaştım mektubu.. "Seni benden daha iyi anlatabilen birisi daha varmış demek!" dediğini hatırlıyorum. Onun da gözleri dolmuştu. Yaşanan dünyada hala bozlumamış duygularını açıklayabilen, ve doğru tarif eden, gerçekliği tanımlayabilen birileri kalmıştı yani...
O günden sonra inandım birçok şeye.. Yeniden kırılana kadar.. Ancak umudumu hiç kaybetmedim.. Ne zaman bi anti gerçeklikle karşılaşsam, mektubumu düşündüm... Sonra tanıştığım herkesi soyarak sevmeye, dinlemeye ve görmeye başladım.. Daha derinden..
Çocuk kimdi? Bizim karşı ofislerde çalışan çocuklardan biriydi.. Kimliği ortaya çıkınca yanına gittim.. Bu büyük ve derin duygu yumağından farklıydı tabiiki benimle karşılaşması.. Beni içinde yaşatmakla, tanışmak farklıydı sanırım... ama sevecenlikle yaklaştığımı hatırlıyorum çocuğa..
Bir sonraki gün, çocuğa baktığımda gitmişti. Ayrılmıştı işinden.. Birçok nedeni olabilir tabiki, ama ben en bana yakın olanını seçmeyi tercih etmiştim..
Sıkılıp da bi cümle söylemek istersem, kendimi hatırlamak istersem aklıma hep onun ilk cümlesi gelir hala... Çatlaklar iyidir, ışık sızdırırlar...
Üniformayla çalışırken, saçlarımı iki yandan renkli ponpon tokalarla topladığım, yine çok konuştuğum, sürekli müzik dinliyip, kızlarla dışarı çıktığım.. Ergenliğin artık bittiği ama büyüdüğümü tamamen reddettiğim bir dönem olarak da düşünebiliriz.
Çok yakın bir arkadaşım işe yeni başlamıştı benimle beraber. Yaptığımız iş bi mavi yakalı işiydi. Zincirin en altında yaşanan, eğlenmeye fazlaca vakit ayırabildiğimiz, kendimiz gibi olabilidiğimiz ama yine de çok çalıştığımız.. Çok da bişey yoktu aslında.. melodili bi şekilde telefonu açıp, dünyanın en yardımsever insanı gibi davranıyor, ardından deli gibi gülüyoduk..
İzin günümdü.. ve çalışma sırası ondaydı.
Telefonum çaldı.. "Sana bi paket geldi!" dedi durup dururken.. Sesinde bi saçmalık vardı.. hala tarif edemiyorum. deli gibi gülmeye başladık.. "Uzakta oturuyorum gelemiycem oraya aç n'olur!" dedim. O da çatlıycaktı sanırım ki aynı anda "Açabilir miyim n'oolur!!" diye baarmaya başladı..
Açtı... Kutunun içinden 6 sayfalık el yazısıyla yazılmış bir mektup, yanında da yanmış bir mumu taşıyan eski zamanlara ait olduğu çok belli altın bir şamdan vardı.. İstanbul'a gelirken kendi gerçekliğimle yüzleşmeye hala korktuğum için sanırım getiremediğim, Ankara'daki odamı hala süsleyen bir mektup ve şamdan...
"Oku!" dedim, heyecanla. "Çok uzun, okuyamam." dedi.. Biraz mırıldandı... Aşk, sen, yüz, fark gibi sözcükleri beklenen mucizenin algısıyla seçti, çatladım.. Hemen ertesi gün olsun diye uyudum.. Ofise koştuğumu hatırlıyorum sabah 6da.. 7'de işim başlayacaktı.. Ama resmen uyuyamamıştım.. Bi mucize mi oluyordu acaba?
Hemen üstümü değiştirip, çayımı aldım, ve mektuba doğru koştum. Çalıştığımız yerde televizyonumuzu sakladığımız dolaba koymuştu. Kutuyu elime aldım, yavaşça ama büyük bi heyecanla kutuyu açtım.. Sayfaları sıraya dizip okumaya başladım.
"Çatlaklar iyidir, ışık sızdırırlar.."
Hiç tanımadığım bir yüz ve bir yazı beni anlatıyordu!
Beni yaşadığı ve en huzur bulduğu Cihangir'ine benzetmişti. Oturduğu evin çatısına çıkıp, denize karşı gün doğumunu izlediği... hayaller kurduğu... aşklarını içinde yaşadığı... özlediği... kavuşmak istediği... sarıldığı... düşündüğü... konuştuğu... gördüğü... dokunabildiği...
Yazları doğup büyüdüğü kasabaya gidermiş. En sevdiği an, Günebakan tarlalarında gezerken, onların yüzlerini güneşe döndükleri ana hissettiği sıcaklıkmış.. Çünkü gülümserlermiş güneşe, hayata ve dünyaya kahkaha atar, yaşadıkları an için teşekkür ederlermiş.
Satırları soluksuz okuduğumu hatırlıyorum. Büyük bir mucize sıcaklığının yanı sıra da çok üşümeye başlamıştım.. Çünkü biri beni ilk defa soymuştu.. Hiç tanımadığım bu yazı karakteri beni çırılçıplak tüm kaalabalığın ortasında bırakıvermişti. Ne yapacağımı bilmeden dona kalmıştım ve üşüyordum..
Annemle paylaştım mektubu.. "Seni benden daha iyi anlatabilen birisi daha varmış demek!" dediğini hatırlıyorum. Onun da gözleri dolmuştu. Yaşanan dünyada hala bozlumamış duygularını açıklayabilen, ve doğru tarif eden, gerçekliği tanımlayabilen birileri kalmıştı yani...
O günden sonra inandım birçok şeye.. Yeniden kırılana kadar.. Ancak umudumu hiç kaybetmedim.. Ne zaman bi anti gerçeklikle karşılaşsam, mektubumu düşündüm... Sonra tanıştığım herkesi soyarak sevmeye, dinlemeye ve görmeye başladım.. Daha derinden..
Çocuk kimdi? Bizim karşı ofislerde çalışan çocuklardan biriydi.. Kimliği ortaya çıkınca yanına gittim.. Bu büyük ve derin duygu yumağından farklıydı tabiiki benimle karşılaşması.. Beni içinde yaşatmakla, tanışmak farklıydı sanırım... ama sevecenlikle yaklaştığımı hatırlıyorum çocuğa..
Bir sonraki gün, çocuğa baktığımda gitmişti. Ayrılmıştı işinden.. Birçok nedeni olabilir tabiki, ama ben en bana yakın olanını seçmeyi tercih etmiştim..
Sıkılıp da bi cümle söylemek istersem, kendimi hatırlamak istersem aklıma hep onun ilk cümlesi gelir hala... Çatlaklar iyidir, ışık sızdırırlar...
30.11.08
Che Guevara
O kadar çok açmışım ki kombiyi, Mia dışarı çıksın diye açık bıraktığım pencere bile pek bi işe yaramadı. Ağır bir yorganı ve kucağımda uyuyakalan tüylü bir yaratıkla sıcak bir güne daha uyandım bugün.
Aslında eğleniyorum. Aslında değil, gerçekten eğleniyorum. Yakalamaya çalıştığım özgürlük ve güven hissini yakaladım sanırım sonunda! sanmak mıı? hayır yakaladım!
Hatta gittim, bi ara "noolur geri ver o hissi" diye her gün ziyaret ettiğim St. Antoin'a teşekkür ettim dün. içimi yine sıcak bi his kapladı. Ev de sıcak.. günlerdir dışarı çıktığımda biraz düşüneyim, yazı yazıyım diye geri eve dönüyorum ama yazmaya başlayınca yine başka bi item'a atlıyorum ajandada ve o yüklü an yine yok oluyor, kayboluyor.
Aslında ağırlık etmesin diye çanta taşımıyorum ya genellikle, (ama çantalara hastayım o ayrı), taşıyım, bi de kağıt kalem alıyım, ya da küçük bi defter, hissettiğim anda yazıyım! Nasıl fikir?
Ortama aykırı ama başka yerde olsam çok problem teşkil etmeyecek bir ayrıntı. sevdim.. Dün gece hissettim mesela bunu. O kadar yüklendim o kadar yüklendim ki, negatif elektrotların biyerden boşalması gerekiyordu. Kenara geçip kalabalığı izlerken, yazasım geldi.
2 anektod geçiyor her zaman bunu düşündüğümde.. Biri kalabalığa karşı kenarda durmuş, resmini çizen bi fransız, diğeri de londra'da bi müzikal sırasında öyle yüklenişim, ve müzikalin ortasında defterimi çıkartıp yazışım ve yanımda oturan adamın beni gazeteci sanarak ropörtaj vermeye kalkması :)
Ama düşünsene, deli gibi kalabalık bir bardasın, milletin kafası iyi olmuş, zıplıyolar.. O sırada eskiden çok sevdiğin ama uzun zamandır hiçbir yerde çalmayan bi müzik çalıyor, ve bir anda kenara geçiyorsun ve zaten alkollü olduğun için duyguların patlıyor ve yazmaya başlıyosun... Millet nasıl bakar bi düşünsene,? "A a tipe bak!" diyeninden tut da, "Yasoooo saçmalama abi bak kimler var burda!" diyenine kadar. Ama belki ya da iki kişi sadece seninle aynı kafadadır kesin. belki yaklaşır tebrik eder seni, belki de yanına gelir tanışmaya çalışır.
İşte o insanlar gerçek insanlardır bence.. bi anda özgürlüğünü sana hatırlatan, onların özgürlüklerini de görebildiğin.. Bunlar bi yerde toplanmalıdır.. Dejenere diye tanımlanır belki orası, ama yine de yansımaları ve karmaşalarıyla kendi hapisanelerini örerler.. Çok mu iyimserim acaba?
Bu özgürlükçü, standartlara karşı gelme düşüncesi, karşındakinin kafasında yanında hiç kalmayacak hissi yaratıyormuş. Nerden geldik bu konuya.. Hemen onu da açıklayayaım.
Doğum Günüm 14 Haziran. Che ile aynı gün doğmuşum. Var olan, bana ters gelen her türlü düzene karşı çıkma gibi bi eğilim, herhalde doğduğum günden kaynaklanıyor. Ama yansıma diyoruz, belli bi toplum içindeki karmaşalar diyoruz, beni de şekillendiren birşeyler de oldu elbet. Dostluk, arkadaşlık, aşk, iş, iletişim.... vsvs.. bunlar olmasa yaşayamayacağımızı da çok iyi biliyorum. Ama neden standartlara kayıyor yaşam peki?
Aşk diyelim.. Çocuk kızı mutlaka aramalı önce. Hatta 2 kere aramalı ki kız inansın. Kız çünkü ilkinde mutlaka reddetmelidir ki kaçan kovalansın. 2. kez aradı çocuk diyelim. Hani seviyor ya! Kızı elde etmeye çalışıyor! Kızla buluştu.. Herşey mutlu.. Alkol girdi araya, sora farklı bişey yapıp butun gece seviştiler. Ve çocuk gitti... Bir daha aramadı bile..
Al sana Freudien yaklaşım.. Aslında koşuşturma problem ve daraltı içindedir çocuk. Bir gecelik birşey yaşayarak hayatında devam etme isteğindedir aslında. Çünkü öncelikleri vardır. İşi, ailesi ve mumkunse sevgilisi.. komik dimi?
Hadi standartı ters çevirelim.. Çocuk hiç aramadı. Kız sürekli arıyor, soruyor, biryerlere çağırıyor. "Çocuk bunaldı!" diye düşünüyor kız. "Sakın arama, aman diyim hafif meşrep durma karşısında" diyenler de cabası! Ama kadındır bu çatlıycak! Niye görüşemiyorlar kardeşim? Anlamıyorum.... Fena mı ya, kız ayağına kadar geliyor. Aslında erkekler korkaktır, yaklaşamaz kimseye.. Kadının hareket etmesi gerekir... Yolu açması gereklidir ki çocukcağız yürüyebilsin..
işte bu yüzden her başarılı erkeğin ardında bir kadın vardır, ve yuvayı dişi kuş yapar..
Arkadaşlığa gelelim.. Kendine ait bir alanın, bir zamanın olmalıdır. Belki de birşey yaşarsın ve gizli kalmasını istersin. Çünkü yaşanmış bitmiş ve sana birşeyler öğretmiştir. Ama geçmiştir.. Biten yaşanan bir olayın ya da hatanın sorgulanmasına karşıyım çok! Bitmiş yaw! Ve sen bundan dersini almışındır. İlle arkadaşına anlatman mı gerek? Nerede kaldı bireylik? Özgürlük? hayatıyla ilgili çok detayı bilmediğim arkadaşalarım çok oldu.. Dostlarım da oldu.. Kendi yaşam kargaşamızda her detayı anlatamadığım insanlar da çok oldu... Dinlediğim, dinliyormuş gibi yaptığım ama kendi istediğim yolda gittiklerim de.. Çünkü hayat benim! Paylaşmayı seviyorum evet! Destek olmayı da... Anılarımı hatırlayarak gülmeyi, ağlamayı... Ama benim de yaşamak istediğim bir şekil olabilir değil mi? herkes gibi..
Anlattıkça değerinin ne kadar basitleştiğini hissetin mi hiç? Ben çok zaman hissediyorum... O sihirli an, bir anda yok oluyor.. Sözcüklerle basitleşiyor.. Sonra bi de karşıdan gelen tepkiler var... Offf diyorsun.. Yine hata yapıyorum! hayır yapmıyorsun!! O senin kendi seçimin ve düşüncen!!Yürü!
İşe gel şimdi.. Saat 9'da ofiste olmak zorundasın. Belirli standartlar var.. Ve en sevdiğim Panik Zamanları (!) İş her zaman yetişir! neden 10 saat öncesinden sorgulamak gerekir? neden, nası yaptın, nasıl oldu? Yetişti mi? Bir şekilde problem düğüm oldu.. Dil adı verilen bir organımız, bu problemleri çözmeye yardımcı olur beyinle koordineli çalışırsa... Bu şekilde lider olunur zaten.. İş ilanlarında hep bu yazar, "problem çözebilme yeteneği". Neden peki? Herkesin bin tane farklı hayatı daha vardır. Ve bir tane beyni.. Herşeye aynı anda yetişmeye çalışıp o kadar çok hata yapar ki... Aklın almaz..
Çünkü insanlar çıplaktır.......
"Nasıl çıplak? O kadar markayı boşuna mı üstümüzde taşıyoruz?" deme! o markalarla içini doldurmaya çalışıyosun imajının..
Hep kızdılar bana bu kadar iyimser olduğum için... Nasıl olmayayım düşünsene! Doğdun.. Çıplaksın.. Kalbin, beynin, ve akciğerlerin oluştu... Büyüdün, öğrenmeye başladın... Sosyal ve iş hayatın için bin tane bilgiyle doldurdun kendini... Statün oldu. Bir imaj giydin üzerine.. Yoluna devam ettin... Ama hep mutlu olmayı hayal ettin..
Evlenmeyi ya da bekar kalarak iş hayatında kariyer yapmayı hayal ettin ve bir yola girdin.. Ne için? Mutlu olmak için.. Birçok insanla karşılaştın.. Hayatlardan, hatalardan ders aldın.. Ne için? Mutlu olmak için... Başarılı oldun.. ne için? Mutlu olmak için... Üzüldün... Ne için? Mutluluğa sahip olmanın ne kadar önemli olduğunu öğrenmek için...
İnsanlar çıplaktır... Birini tanımaya çalışırken, giysilerini çıkartırım onun. Söyelemek istediklerinin altında yatan, beyin kıvrımları ve kalp atışarını dinlemeyi severim. Ya aynı şarkıyı söylediği için anlarım, ya da farklı bir beste yaptıysa öğrenmek için dinlerim.. Sonra yeniden anlarım ki, çıplak kalmasın, üşümesin...
Çok değerlidir insan... Değerini veririm kendisine.. Ama kaldıramaz.. Hatalı üretim olduğunu düşünür, sıkılır... Kendime ait alanın çoğunu değer katmaya ayrırım. Kafamda öyle değerler yüklerim ki çıplaklığına insanın, yalnız kalırım...
Standart olmasındansa, ben olmayı seviyorum... Bu da ortaya çıkmaya çalışan, ama insanlar uğruna dışarı vurmadığım ukalalığıma bir örnek olsun...
Aslında eğleniyorum. Aslında değil, gerçekten eğleniyorum. Yakalamaya çalıştığım özgürlük ve güven hissini yakaladım sanırım sonunda! sanmak mıı? hayır yakaladım!
Hatta gittim, bi ara "noolur geri ver o hissi" diye her gün ziyaret ettiğim St. Antoin'a teşekkür ettim dün. içimi yine sıcak bi his kapladı. Ev de sıcak.. günlerdir dışarı çıktığımda biraz düşüneyim, yazı yazıyım diye geri eve dönüyorum ama yazmaya başlayınca yine başka bi item'a atlıyorum ajandada ve o yüklü an yine yok oluyor, kayboluyor.
Aslında ağırlık etmesin diye çanta taşımıyorum ya genellikle, (ama çantalara hastayım o ayrı), taşıyım, bi de kağıt kalem alıyım, ya da küçük bi defter, hissettiğim anda yazıyım! Nasıl fikir?
Ortama aykırı ama başka yerde olsam çok problem teşkil etmeyecek bir ayrıntı. sevdim.. Dün gece hissettim mesela bunu. O kadar yüklendim o kadar yüklendim ki, negatif elektrotların biyerden boşalması gerekiyordu. Kenara geçip kalabalığı izlerken, yazasım geldi.
2 anektod geçiyor her zaman bunu düşündüğümde.. Biri kalabalığa karşı kenarda durmuş, resmini çizen bi fransız, diğeri de londra'da bi müzikal sırasında öyle yüklenişim, ve müzikalin ortasında defterimi çıkartıp yazışım ve yanımda oturan adamın beni gazeteci sanarak ropörtaj vermeye kalkması :)
Ama düşünsene, deli gibi kalabalık bir bardasın, milletin kafası iyi olmuş, zıplıyolar.. O sırada eskiden çok sevdiğin ama uzun zamandır hiçbir yerde çalmayan bi müzik çalıyor, ve bir anda kenara geçiyorsun ve zaten alkollü olduğun için duyguların patlıyor ve yazmaya başlıyosun... Millet nasıl bakar bi düşünsene,? "A a tipe bak!" diyeninden tut da, "Yasoooo saçmalama abi bak kimler var burda!" diyenine kadar. Ama belki ya da iki kişi sadece seninle aynı kafadadır kesin. belki yaklaşır tebrik eder seni, belki de yanına gelir tanışmaya çalışır.
İşte o insanlar gerçek insanlardır bence.. bi anda özgürlüğünü sana hatırlatan, onların özgürlüklerini de görebildiğin.. Bunlar bi yerde toplanmalıdır.. Dejenere diye tanımlanır belki orası, ama yine de yansımaları ve karmaşalarıyla kendi hapisanelerini örerler.. Çok mu iyimserim acaba?
Bu özgürlükçü, standartlara karşı gelme düşüncesi, karşındakinin kafasında yanında hiç kalmayacak hissi yaratıyormuş. Nerden geldik bu konuya.. Hemen onu da açıklayayaım.
Doğum Günüm 14 Haziran. Che ile aynı gün doğmuşum. Var olan, bana ters gelen her türlü düzene karşı çıkma gibi bi eğilim, herhalde doğduğum günden kaynaklanıyor. Ama yansıma diyoruz, belli bi toplum içindeki karmaşalar diyoruz, beni de şekillendiren birşeyler de oldu elbet. Dostluk, arkadaşlık, aşk, iş, iletişim.... vsvs.. bunlar olmasa yaşayamayacağımızı da çok iyi biliyorum. Ama neden standartlara kayıyor yaşam peki?
Aşk diyelim.. Çocuk kızı mutlaka aramalı önce. Hatta 2 kere aramalı ki kız inansın. Kız çünkü ilkinde mutlaka reddetmelidir ki kaçan kovalansın. 2. kez aradı çocuk diyelim. Hani seviyor ya! Kızı elde etmeye çalışıyor! Kızla buluştu.. Herşey mutlu.. Alkol girdi araya, sora farklı bişey yapıp butun gece seviştiler. Ve çocuk gitti... Bir daha aramadı bile..
Al sana Freudien yaklaşım.. Aslında koşuşturma problem ve daraltı içindedir çocuk. Bir gecelik birşey yaşayarak hayatında devam etme isteğindedir aslında. Çünkü öncelikleri vardır. İşi, ailesi ve mumkunse sevgilisi.. komik dimi?
Hadi standartı ters çevirelim.. Çocuk hiç aramadı. Kız sürekli arıyor, soruyor, biryerlere çağırıyor. "Çocuk bunaldı!" diye düşünüyor kız. "Sakın arama, aman diyim hafif meşrep durma karşısında" diyenler de cabası! Ama kadındır bu çatlıycak! Niye görüşemiyorlar kardeşim? Anlamıyorum.... Fena mı ya, kız ayağına kadar geliyor. Aslında erkekler korkaktır, yaklaşamaz kimseye.. Kadının hareket etmesi gerekir... Yolu açması gereklidir ki çocukcağız yürüyebilsin..
işte bu yüzden her başarılı erkeğin ardında bir kadın vardır, ve yuvayı dişi kuş yapar..
Arkadaşlığa gelelim.. Kendine ait bir alanın, bir zamanın olmalıdır. Belki de birşey yaşarsın ve gizli kalmasını istersin. Çünkü yaşanmış bitmiş ve sana birşeyler öğretmiştir. Ama geçmiştir.. Biten yaşanan bir olayın ya da hatanın sorgulanmasına karşıyım çok! Bitmiş yaw! Ve sen bundan dersini almışındır. İlle arkadaşına anlatman mı gerek? Nerede kaldı bireylik? Özgürlük? hayatıyla ilgili çok detayı bilmediğim arkadaşalarım çok oldu.. Dostlarım da oldu.. Kendi yaşam kargaşamızda her detayı anlatamadığım insanlar da çok oldu... Dinlediğim, dinliyormuş gibi yaptığım ama kendi istediğim yolda gittiklerim de.. Çünkü hayat benim! Paylaşmayı seviyorum evet! Destek olmayı da... Anılarımı hatırlayarak gülmeyi, ağlamayı... Ama benim de yaşamak istediğim bir şekil olabilir değil mi? herkes gibi..
Anlattıkça değerinin ne kadar basitleştiğini hissetin mi hiç? Ben çok zaman hissediyorum... O sihirli an, bir anda yok oluyor.. Sözcüklerle basitleşiyor.. Sonra bi de karşıdan gelen tepkiler var... Offf diyorsun.. Yine hata yapıyorum! hayır yapmıyorsun!! O senin kendi seçimin ve düşüncen!!Yürü!
İşe gel şimdi.. Saat 9'da ofiste olmak zorundasın. Belirli standartlar var.. Ve en sevdiğim Panik Zamanları (!) İş her zaman yetişir! neden 10 saat öncesinden sorgulamak gerekir? neden, nası yaptın, nasıl oldu? Yetişti mi? Bir şekilde problem düğüm oldu.. Dil adı verilen bir organımız, bu problemleri çözmeye yardımcı olur beyinle koordineli çalışırsa... Bu şekilde lider olunur zaten.. İş ilanlarında hep bu yazar, "problem çözebilme yeteneği". Neden peki? Herkesin bin tane farklı hayatı daha vardır. Ve bir tane beyni.. Herşeye aynı anda yetişmeye çalışıp o kadar çok hata yapar ki... Aklın almaz..
Çünkü insanlar çıplaktır.......
"Nasıl çıplak? O kadar markayı boşuna mı üstümüzde taşıyoruz?" deme! o markalarla içini doldurmaya çalışıyosun imajının..
Hep kızdılar bana bu kadar iyimser olduğum için... Nasıl olmayayım düşünsene! Doğdun.. Çıplaksın.. Kalbin, beynin, ve akciğerlerin oluştu... Büyüdün, öğrenmeye başladın... Sosyal ve iş hayatın için bin tane bilgiyle doldurdun kendini... Statün oldu. Bir imaj giydin üzerine.. Yoluna devam ettin... Ama hep mutlu olmayı hayal ettin..
Evlenmeyi ya da bekar kalarak iş hayatında kariyer yapmayı hayal ettin ve bir yola girdin.. Ne için? Mutlu olmak için.. Birçok insanla karşılaştın.. Hayatlardan, hatalardan ders aldın.. Ne için? Mutlu olmak için... Başarılı oldun.. ne için? Mutlu olmak için... Üzüldün... Ne için? Mutluluğa sahip olmanın ne kadar önemli olduğunu öğrenmek için...
İnsanlar çıplaktır... Birini tanımaya çalışırken, giysilerini çıkartırım onun. Söyelemek istediklerinin altında yatan, beyin kıvrımları ve kalp atışarını dinlemeyi severim. Ya aynı şarkıyı söylediği için anlarım, ya da farklı bir beste yaptıysa öğrenmek için dinlerim.. Sonra yeniden anlarım ki, çıplak kalmasın, üşümesin...
Çok değerlidir insan... Değerini veririm kendisine.. Ama kaldıramaz.. Hatalı üretim olduğunu düşünür, sıkılır... Kendime ait alanın çoğunu değer katmaya ayrırım. Kafamda öyle değerler yüklerim ki çıplaklığına insanın, yalnız kalırım...
Standart olmasındansa, ben olmayı seviyorum... Bu da ortaya çıkmaya çalışan, ama insanlar uğruna dışarı vurmadığım ukalalığıma bir örnek olsun...
6.9.08
mızmızmızmız
bu gün böyle olacağını bilseydim herşeyin, dün kesin büyürdüm... büyüdüğümü zannederek yaşamaz, hayaller kurmaz, can acıtmazdım belki de... merakıma yenilip kaybetmezdim belki de... adımlarımı var olan an için atar, şimdi yeni hayat adımları atarken, korur, mutluluğumla yaşardım belki de...
derin bi iç çekip sadece gülümsemez, var olanlar için teşekkür edip kahkaha atardım herhalde...
hiçbişey kırmızı renkli bi silüet olarak kalmaz, rengarek renklerde canlı hareketlerle yaşanan anılar olurdu belki de...
seneler sora ikinci defa pişman oldum...
kendim kaşındım.. o yüzden mızmızlanmamam gerek :)
derin bi iç çekip sadece gülümsemez, var olanlar için teşekkür edip kahkaha atardım herhalde...
hiçbişey kırmızı renkli bi silüet olarak kalmaz, rengarek renklerde canlı hareketlerle yaşanan anılar olurdu belki de...
seneler sora ikinci defa pişman oldum...
kendim kaşındım.. o yüzden mızmızlanmamam gerek :)
4.8.08
Ev
Dünya'nın neresinde olursa olsun, hangi dili konuşuyor olursa olsun, asıl "ev"in, gerçek ve sıcak bi sarılma olduğunu anlamadı hala hiç kimse..
Daha fazla anlatamayacağım sanırım...
Daha fazla anlatamayacağım sanırım...
8.7.08
Kanat
tanıdık bi duygu arar durursun, tüm yabancı ortamlarda.. aslında hersey aynıdır sadece eski tanıdık kıpırtıya geri donmek seni buyuk bi guven yumagının içine sokar her gecen saniyede, kollar, korur, huzurla doldurur...
ama yeniden karşılaştığında korkarsın.. yine aynı acıyla yaşamak zorunda kalabilirsin belki diye.. belli mi olur belki değişmiştir, belki de aynı korkuyu yaşatman için gerçekten bir nedenin vardır..
Aynı hatayı yapmamak için kelebeklerine hakim olmaya çalışırsın.. ama uçar giderler zaptedemezsin.. zamana ve kanatlara karşı koyamazsın..
inanana kadar kırdım kanatlarımı oturdum annemin değişiyle.. gerçek inanç yaklaştığında haber verecektir zaten.. biliyorum..
En azından bir çırpış sesi, ya da huzurlu bi dalga kaplayacak içimi eminim.. Sevmiyorum korkusunu ama kokusu hoşuma gidiyor..
Zaten kokuyla gidermişsin anılara... gerçeğe... yaşamaya... ve aşka...
ama yeniden karşılaştığında korkarsın.. yine aynı acıyla yaşamak zorunda kalabilirsin belki diye.. belli mi olur belki değişmiştir, belki de aynı korkuyu yaşatman için gerçekten bir nedenin vardır..
Aynı hatayı yapmamak için kelebeklerine hakim olmaya çalışırsın.. ama uçar giderler zaptedemezsin.. zamana ve kanatlara karşı koyamazsın..
inanana kadar kırdım kanatlarımı oturdum annemin değişiyle.. gerçek inanç yaklaştığında haber verecektir zaten.. biliyorum..
En azından bir çırpış sesi, ya da huzurlu bi dalga kaplayacak içimi eminim.. Sevmiyorum korkusunu ama kokusu hoşuma gidiyor..
Zaten kokuyla gidermişsin anılara... gerçeğe... yaşamaya... ve aşka...
23.4.08
15.3.08
musika
içerdeki müzik de susarmış bi gün.. susmak da değil belki.. karışmak... yada sadece gürültü yaratırmış bi zaman sonra.. yeni notalar eklendiğinde, yada eskisi tınladığında fazla gelirmiş, sora da ses sistemi çökermiş.. yada dışarı sesi yerine iç ses sistemi kurulur ardından da yanlış tınlarmış dinleyene..
"do"'yu "si" duyanda karışır heralde.. dimi?
ya da o kadar gürültülü ki beyin, sessizliğin içinde bişeyler duymaya çalışıyo..
dinlemek mi, susmak mı, yoksa yeni notalar mı eklemek gerek.. kararsız..
yada çalsın, sen duy ve git..
"do"'yu "si" duyanda karışır heralde.. dimi?
ya da o kadar gürültülü ki beyin, sessizliğin içinde bişeyler duymaya çalışıyo..
dinlemek mi, susmak mı, yoksa yeni notalar mı eklemek gerek.. kararsız..
yada çalsın, sen duy ve git..
28.2.08
Aynı Sıkışmış Kapalı Kutu
Kapalı bi kutuydu geldiğimiz yer. Aynı şekilde büyüyen, aynı tarzda şekillenen, aynı acıları çeken, aynı aşkları yaşayan, aynı şekilde ayrılan.. Yine aynı sözlerle teselliyi arayan, ama içinden çıkamayan.. Aynı korkularla aynı geleceği paylaşan, aynı cesaretsizlikle susan.. Yineleyen...
Kutuyu açma zamanı, açıp içinden çıkma, çıkınca da özgürlüğe gerçek anlamda kavuşma zamanı...
Herkesin sevildiğini, özlendiğini, ilgilenildiğini bilmeye hakkı var derdi annem.. Bilsin ki yaşasın, nefes alsın, umutla geleceğine hayatına bağlansın.
Her elin tutulmaya, her sırtın yaslanmaya ihtiyacı, her hissedilenin paylaşılmaya ihtiyacı var da derdi annem.. Neden korkuyosun ki?
Korkmamak elde mi onca kırılmışlıktan sonra.. O zor zamanı bi kere daha yaşamak ister mi kimse?
İstemeli.. Özlemeyi bilmeli.. Yaşadığındaki hatayı görmeli.. Sonra çözmeli.. Sonra nefes almalı, kalabalığın ortasında kollarını havaya kaldırarak dönmeli.. dönmeli... dönmeli..
Arabesk kültürün parçaları tek tek birleşiyor içimizde.. Özlem ve acıdan ibaret hisler... Multuluk var farkındalıksa hayır....
Anı yaşamak mı?
O da ne?
Korkmamak var, korkuyu sevmek var...
Harbi mi?
Anılarda sürüklenmeceli aynı kutu içerisinde... Anlamamak için de direnerek. Ne kadar eğlenceli...
Mutlu ederek mutlu olunduğuna inandım hep. Duyguların geçici olduğunu hissettim yanlışlıkla. Ayakları yere basan çözümlerle yaklaştım çoğu zaman. Kendi duygularımda tıkandım sadece, SONUNDA!!!
Ayaklarım yere basmıyordu artık.. Birinin kırmasını isterken zincirleri, ben kırmıştım, edilgen, tam vazgeçmişken.. Verebileceğim milyonlarca kırıntıyı keşfederek...
Yanlış yerde hata yapmıştım bu sefer... Düzelmiyordu.. Düzeltilemiyordu.. Kocaman bi duvarı, yanlış yerde koymuştum hayatıma, doğru ve yanlış olmasa bile..
Özlediğimi bile söyleyemeyerek, sevgiden bahsedemeyerek, tenini hissedemeyerek, heyecanlandığını gösteremeyerek, sadece gizleyerek, uzaktan bakarak, bakarak, sadece hayal ederek, duvarın arkasından gözlerini yakalamaya çalışarak, yazarken bile korkarak sayfalar çevrilecek yine, kumlarla kaplanacak üzeri...
Nasıl düzelir ki acaba?
Bilmem...
Aynı kutu içinden gelip de, bir yüze özlediğini söyleyemeyen, korkudan yaşayamayanlardık biz. Güce inanan, yalnızlığa alışkın, ayakta durmaya dünden hazır, yıkılmayan..
Kan tükürsen kızılcık şurubu içtim diyeceksin de derdi annem..
Kutuyu açma zamanı, açıp içinden çıkma, çıkınca da özgürlüğe gerçek anlamda kavuşma zamanı...
Herkesin sevildiğini, özlendiğini, ilgilenildiğini bilmeye hakkı var derdi annem.. Bilsin ki yaşasın, nefes alsın, umutla geleceğine hayatına bağlansın.
Her elin tutulmaya, her sırtın yaslanmaya ihtiyacı, her hissedilenin paylaşılmaya ihtiyacı var da derdi annem.. Neden korkuyosun ki?
Korkmamak elde mi onca kırılmışlıktan sonra.. O zor zamanı bi kere daha yaşamak ister mi kimse?
İstemeli.. Özlemeyi bilmeli.. Yaşadığındaki hatayı görmeli.. Sonra çözmeli.. Sonra nefes almalı, kalabalığın ortasında kollarını havaya kaldırarak dönmeli.. dönmeli... dönmeli..
Arabesk kültürün parçaları tek tek birleşiyor içimizde.. Özlem ve acıdan ibaret hisler... Multuluk var farkındalıksa hayır....
Anı yaşamak mı?
O da ne?
Korkmamak var, korkuyu sevmek var...
Harbi mi?
Anılarda sürüklenmeceli aynı kutu içerisinde... Anlamamak için de direnerek. Ne kadar eğlenceli...
Mutlu ederek mutlu olunduğuna inandım hep. Duyguların geçici olduğunu hissettim yanlışlıkla. Ayakları yere basan çözümlerle yaklaştım çoğu zaman. Kendi duygularımda tıkandım sadece, SONUNDA!!!
Ayaklarım yere basmıyordu artık.. Birinin kırmasını isterken zincirleri, ben kırmıştım, edilgen, tam vazgeçmişken.. Verebileceğim milyonlarca kırıntıyı keşfederek...
Yanlış yerde hata yapmıştım bu sefer... Düzelmiyordu.. Düzeltilemiyordu.. Kocaman bi duvarı, yanlış yerde koymuştum hayatıma, doğru ve yanlış olmasa bile..
Özlediğimi bile söyleyemeyerek, sevgiden bahsedemeyerek, tenini hissedemeyerek, heyecanlandığını gösteremeyerek, sadece gizleyerek, uzaktan bakarak, bakarak, sadece hayal ederek, duvarın arkasından gözlerini yakalamaya çalışarak, yazarken bile korkarak sayfalar çevrilecek yine, kumlarla kaplanacak üzeri...
Nasıl düzelir ki acaba?
Bilmem...
Aynı kutu içinden gelip de, bir yüze özlediğini söyleyemeyen, korkudan yaşayamayanlardık biz. Güce inanan, yalnızlığa alışkın, ayakta durmaya dünden hazır, yıkılmayan..
Kan tükürsen kızılcık şurubu içtim diyeceksin de derdi annem..
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)